İslâm mimarisinin bilinen ilk kubbeli eserlerindendir ve Kudüs’ün fethinden sonra Hz. Ömer tarafından yaptırılan mescidin yerine inşa edildiği için -daha çok Batılılar tarafından- Ömer Camii olarak da tanınır.
Binanın üzerinde bulunduğu kutsal kaya (sahre,
hacerü’l-muallak) rivayete göre Hz. Mûsâ’nın kıblesidir (Taberî, XXVI, 183) ve
Resûl-i Ekrem’in kıble değişikliğiyle ilgili âyetler (el-Bakara
2/143-145, 149-150) gelinceye kadar namaz kılarken yöneldiği Kudüs’ten maksadın
da o olduğu söylenir (a.g.e., II, 4). Kitâb-ı Mukaddes’te ve Kur’an’da doğrudan
doğruya sahreden söz edilmez; ancak Talmud ve mişnalarda geçen “even
şetiyya”nın, bir görüşe göre de Eski Ahid’de geçen “dünyanın temelindeki köşe
taşı”nın (Eyub, 38/4-6) bu kaya olduğu sanılmaktadır (The Babylonian Talmud,
Seder Mo’ed, Yoma 54a-54b). Yahudi geleneğinde sahrenin
Süleyman Mâbedi’nin Kudsü’l-akdes bölümünün temelini teşkil ettiği, dünyanın
ortasında bulunduğu, Nûh’un gemisinin tûfandan sonra onun üstüne oturduğu ve
üzerinde Hz. İbrâhim’in kurban kestiği, Hz. Dâvûd’un tövbe ettiği gibi değişik
inanışlar vardır. Kitâb-ı Mukaddes yorumlarında ise sahrenin Süleyman
Mâbedi’nin tamamının veya yalnız kurban sunulan mezbahının temelini oluşturduğu
kabul edilir (EJd., VI, 986). Bu konuda özel bir araştırma yapan Kaufmann’ın
diğer bazı bilim adamlarınca da benimsenen teorisine göre ilk mâbed Moriya
tepesinin kuzeybatı köşesine doğru inşa edilmişti ve Ruhlar Kubbesi denilen
kubbesinin örttüğü mekân da Kudsü’l-akdes bölümüne rastlıyordu (a.g.e. Suppl.,
XVII, 577-580). İbn Asâkir Târîḫu Dımaşḳ’ında sahrenin üzerine Hz.
Dâvûd’un bir mescid yapmakla emrolunduğunu (XXVI, 368), Hz. Süleyman’ın mâbedi
tamamlayınca Allah’a bu kayanın üzerinde şükrettiğini (XXII, 293; LIX, 250),
Ermiyâ’nın (Yeremya) aynı yerde vahiy aldığını (VIII, 34) ve Hz. Yahyâ dahil
birçok peygamberin burada şehid edildiğini (LXIV, 217) yazar.
Kur’an’ın bazı âyetlerinin yorumlarında sahre
ile ilişki kurulmuştur. Meselâ İsrâ sûresinin 1. âyetinde geçen el-Mescidü’l-aksâ Beytülmakdis’le, o da sahre ile
yorumlanır. Bir görüşe göre Hz. Peygamber’e gösterilen alâmetlerden biri de
boşlukta duran sahredir. Allah Teâlâ, Resûl-i Ekrem’e onu göstermiştir ki
çıkacağı mi‘rac yolculuğunda boşlukta durmaktan korkuya
kapılmasın (Abdülganî b. İsmâil en-Nablusî, s. 121). Yine Kur’an’da, “Yakın bir
yerden nidâ edecek münâdîye kulak ver” âyetindeki (Kāf 50/41) yakın yer Kudüs
sahresidir (Taberî, XXVI, 183). İsrâfil, Allah’ın çürüyüp ufalmış kemiklere,
dağılmış derilere ve dökülüp parçalanmış saçlara hesap için toplanma emrini
sahrenin üzerinden duyuracaktır (İbn Asâkir, LXV, 136). Übey b. Kâ‘b’ın bir
rivayetine göre, “Biz onu -İbrâhim’i- ve Lût’u kurtarıp içinde herkese
bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık” âyetinde (el-Enbiyâ 21/71) sözü edilen
yer Şam diyarıdır ki orada altından tatlı suların kaynaklandığı Kudüs sahresi
bulunmaktadır (a.g.e., I, 140).
Ebû Hüreyre’ye nisbet edilen bir rivayette
bütün nehirler, bulut ve rüzgârlar Beytülmakdis sahresinin altından çıkmaktadır
(Ziyâeddin el-Makdisî, s. 57). Diğer bir rivayette tatlı sularla birlikte
çiçekleri aşılayan rüzgârlar da onun altından çıkar (İbn Asâkir, I, 220). Ebû
Bekir İbnü’l-Arabî, “Gökten ölçüyle yağmur indirip onu yeryüzünde durdurduk”
âyetinin (el-Mü’minûn 23/18) dört yorumundan biri olarak arzdaki bütün tatlı
suların sahrenin altından kaynaklandığı rivayetinden söz eder; ardından onun
Allah’ın yarattığı garip şeylerden olduğunu, muallakta durduğunu, üzerinde Hz.
Peygamber’in ayak izinin, Cebrâil’in de parmak izinin bulunduğunu söyler. Onun
anlattığına göre kendisi insanların namaz, itikâf ve dua için girdikleri alttaki hücreye (mağara)
günahları yüzünden sahrenin üzerine düşebileceği korkusuyla inmiş, kenarlarında
yürümüş ve hiçbir yönden yere bitişik olmadığını görmüştür (el-Ḳabes, III,
1076-1077). Hadis âlimleri sahre ile ilgili rivayetlerin çoğunlukla mevzû veya
münker olduğunu kabul ederler. Sahrenin Allah’ın arşının en alt noktasını
teşkil ettiği, yere değmeden muallakta durduğu, Hz. Peygamber’in mi‘rac
yolculuğuna sahreden yükselerek başladığı, üzerinde onun ayak izinin bulunduğu
gibi rivayetler zayıf veya mevzû sayılır (İbnü’l-Cevzî, s. 113-114; Ali
el-Kārî, s. 457; Muhammed el-Hût, I, 377; ayrıca bk. KADEM-i ŞERİF). Sahrenin faziletine dair sahih kabul edilen
bazı rivayetler de vardır. Meselâ bunlardan birine göre o cennettendir (İbn
Mâce, “Ṭıb”, 8). Sahrenin, haremi dahilinde yer aldığı Mescid-i Aksâ ziyaret ve
ibadet için kendisine yolculuk yapılan üç mescidden biridir (Buhârî, “Fażlü’ṣ-ṣalât
fî mescidi Mekke ve’l-Medîne”, 1, 6; “Ṣavm”, 67; “Ṣayd”, 26; Müslim, “Ḥac”,
415, 511, 512).
Bazı İslâm kaynaklarında sahre Beytülmakdis
olarak tarif edilir (Bekrî, s. 826). Hz. Ömer, barış yoluyla Kudüs’ü ele
geçirince Kâ‘b
el-Ahbâr’ın
delâletiyle yahudiler tarafından çöplük haline getirilen sahrenin yerini bulup
temizletmiş, bizzat kendisi de eteğinde toprak taşıyarak bu çalışmaya
katılmıştır (İbn Kesîr, VII, 57). Kâ‘b el-Ahbâr, burada bir mescid yapmak
isteyen Hz. Ömer’e onu sahrenin arkasına bina etmesini, böylece Hz. Mûsâ ile
Hz. Muhammed’in kıblelerini birleştirmiş olacağını söylemiş, fakat halife bunu
onun ırkî yaklaşımına yorup mescidi sahrenin önüne inşa ettirmiştir (Bekrî, II,
826-827; İbn Kesîr, VII, 57).
Sahre en geniş yeri 17,70 m., en dar yeri 13,50
m. olan ve altında yaklaşık 1,50 m. yüksekliğinde, yontularak düzeltilip
genişletilmiş, 4,50 × 4,50 m. boyutlarında bir oyuk (mağara, mahzen) bulunan
gayri muntazam yarım daire şeklinde bir kaya uzantısıdır. Haftada iki defa
bütün ruhların toplandığına inanılan altındaki mağaraya, Kubbetü’s-sahre’nin
güneydoğu pâyesinin yanındaki 1 m. çaplı bir oyuktan on bir basamaklı bir
merdivenle inilir. Burada bulunan düz bir mermer blok üzerine işlenmiş mihrap,
ilk olma özelliğiyle İslâm sanat tarihi açısından büyük bir önem taşımaktadır.
Kubbetü’s-sahre mescidden çok bir ziyaretgâh olarak planlanmıştır. İbn Asâkir
orada görev yapmış bazı kimseler için “sahre imamı” tabirini kullanmaktadır
(Târîḫu Dımaşḳ, XXXII, 181; XXXV, 337); bânisi Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân’ın da namaz kıldırdığı bilinmektedir (a.g.e.,
LXX, 164). Mescidlerde olduğu gibi burada da birtakım ilmî faaliyetler devam
etmiştir (a.g.e., XXXI, 55).
Kubbetü’s-sahre’nin yapılış sebebiyle ilgili
farklı görüşler vardır. Bunlardan birincisi, Abdullah b. Zübeyr’in Mekke ve çevresine hükmettiği yıllarda
Suriye hacılarından biat almak istemesi üzerine Abdülmelik b. Mervân tarafından
Kâbe’ye alternatif olarak inşa ettirilmesidir. İnsanlar hac ibadetini yerine
getirmek için direnince, “Ancak üç mescide ibadet kastıyla yolculuk yapılır
...” hadisini okuyup onların Mescid-i Harâm’ın yerine Beytülmakdis’i, Kâbe’nin
yerine de Hz. Peygamber’in mi‘rac yolculuğuna çıktığı ve üzerinde ayak izinin
bulunduğu sahreyi ziyaret edebileceklerini söylemiş, ardından onun üzerine bir
kubbe yaptırıp ipek örtüler astırmıştır. Böylece Kâbe’deki Hacerülesved’in yerini alan sahrenin etrafında tavafa
(Ya‘kūbî, II, 261) ve arafe günü Beytülmakdis’te vakfeye başlanmıştır
(Kalkaşendî, I, 129). Ya‘kūbî’ye dayanan bu rivayeti Saîd b. Bitrîk (Eutykhios)
ve Sıbtu İbnü’l-Cevzî tekrarlamış, onlardan da İbn Kesîr gibi sonraki bazı
müellifler iktibas etmiştir (el-Bidâye, VIII, 283-284). Ancak Ya‘kūbî’nin Emevî
aleyhtarı bir müellif olarak tanınması rivayet hakkında birtakım şüphelere yol
açmıştır. Ondan önce yaşayan veya çağdaşı olan müellifler, Emevîler döneminde
hac farîzasının ifasında bir aksaklıktan veya Abdülmelik’in engellemesinden söz
etmezler. Makdisî’nin kaydettiği bir rivayete göre ise Abdülmelik
Kubbetü’s-sahre’yi, müslümanların Kıyâme (Kamâme) Kilisesi gibi hıristiyan
yapılarına hayranlık duymalarını önlemek üzere onlardan daha güzel ve azametli
bir biçimde bina ettirmiştir (Aḥsenü’t-teḳāsîm, s. 159). Kitâbe ve
mozaiklerinden hareketle aslında Kubbetü’s-sahre’nin, Mûsevîliğin ve
Hıristiyanlığın hâkim olduğu Kudüs’te yeni din İslâm’ı ve Emevî varlığını
kanıtlamak amacıyla yapıldığı söylenebilir.
Kubbetü’s-sahre’nin inşasına 66 (685-86)
yılında Abdülmelik b. Mervân’ın görevlendirdiği Recâ b. Hayve ile Yezîd b.
Sellâm tarafından başlanmış, inşaat 72’de (691) tamamlanmıştır. Daha sonra
Abbâsî Halifesi Me’mûn, 126 m. uzunluğunda lâcivert zemin üzerine altın
yaldızlı kûfî mozaik kitâbedeki Abdülmelik’in adını sildirerek yerine kendi
adını yazdırmışsa da 72 tarihini olduğu gibi bırakmıştır. Kıyâme, Saûd
(Anastasis) kiliseleri ve Busrâ Katedrali gibi Suriye ve Filistin’de mimari
gelenek haline gelmiş sekizgen yapılardan esinlenilerek inşa edilen binanın
planı, köşeleri merkezî bir daireyle sınırlanan, ortalı bir şekilde iç içe
geçmiş iki karenin kenarlarının uzatılıp köşelerinin birleştirilmesiyle elde
edilmiştir. Merkezî daire, üzerinde on altı pencere açılmış kubbe kasnağını
taşıyan, kemerlerle birbirine bağlanmış dört pâye ve aralarında bulunan üçerden
toplam on iki sütunla sahre-yi çevreler. Pâyeler, dışarıdan da belli olacak
şekilde 20,44 m. çapındaki kubbenin başlangıcına kadar devam etmektedir. Pâyelerle
sütunlar üzerine oturan yirmi dört kemer örtüye gerekli desteği sağlar.
Kemerler değişik tarzlarda devşirme sütun başlıklarına doğrudan oturmaz.
Korent-kompozit başlıklı antik sütunlar arasına kabartma süslemeler yapılmış
altın yaldızlı bronz levhalarla kaplı kalın kirişler yerleştirilmiştir. İç
sekizgeni kaplayan pembe taş, cam ve sedef mozaiklerde altın yaldızlı zemin
üzerine mavi ve yeşilin hâkim olduğu yirmi beş çeşit renk bulunmaktadır.
Dekorda yer yer Bizans ve Sâsânî etkisi gösteren zeytin, hurma ve badem
ağaçları, bambu demetleriyle akant ve asma yaprakları, bereket boynuzları,
vazo, sepet, çiçek, kozalak, meyve ve mücevher kompozisyonları göze çarpar.
Orta sekizgenin dış frizinde mozaik kûfî hatla yazılmış yazı kuşağında besmele,
kelime-i tevhid, Hz. Peygamber’e salavatla ilgili Ahzâb sûresinin 56. âyeti,
İsrâ sûresinin 111. âyeti, İhlâs sûresi ve binanın yapımıyla ilgili kitâbe, iç
frizinde ise Hz. Îsâ’ya salât, teslîsi ve hıristiyan inancını reddeden Âl-i
İmrân sûresinin 18-19, 51. ve Ahzâb sûresinin 56. âyetleriyle Ehl-i kitaba
dinde aşırı gitmemelerini ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyler
söylememelerini emreden Nisâ sûresinin 171-172. âyetleri yer almaktadır.
İri blok taşlardan yapılmış olan 1,30 m.
kalınlığındaki dış duvarların yüksekliği 9,50 metredir. Bir siperlikle
nihayetlenen dış duvarın her cephesinde üstte yarım daire kemerle kapatılmış
yedi uzun, dar ve oyulmuş panel bulunmaktadır. Bunlardan köşelere gelenler
sağırdır; diğerlerinin üst kısımlarına ise birer pencere açılmıştır. Mekân,
sekiz cephedeki kırk ve kubbe kasnağındaki on altı pencere ile
aydınlatılmaktadır. Pencerelerdeki dış duvar dekorunun devamı niteliğindeki
çini ızgaralar binanın fazla ışık almasını engeller. Dış duvarlar alttan 4,44
m. yüksekliğe kadar farklı renk ve desenlerdeki mermer plakalarla, daha
yukarısı ise siperlik dahil çinilerle kaplanmıştır. Ayrıca kubbe kasnağı da
çinilerle kaplıdır; burada bir de İsrâ sûresinden âyetlerin yer aldığı sülüs
bir yazı kuşağı bulunmaktadır. Üst pencerelerin kenarlarını süsleyen çiniler
Kanûnî Sultan Süleyman dönemine aittir. Tamirler sırasında rastlanan
kalıntılardan buraların daha önce mozaikle kaplı olduğu anlaşılmıştır.
Siperliğin üst kısmında sülüs hatla yazılmış Yâsîn sûresini içeren çini bir
yazı kuşağı bulunur; kitâbesinde 1293 (1876) tarihi ve Hattat Mehmed Şefik ismi
okunmaktadır. Siperliğin hemen altına her duvarda pencere aralarına gelecek
şekilde altışar çörten yerleştirilmiştir. Dış sekizgenin ana yönlere gelen
duvarlarına, üstlerinde birer pencere bulunan 2,80 m. genişliğinde ve 4,30 m.
yüksekliğinde dört kapı açılmıştır. Bunların adları kuzeyden itibaren sırasıyla
Bâbü’l-cenne, Bâbü’s-silsile (Bâbü İsrâfîl, Bâbü’n-nebî Dâvûd), Bâbü’l-kıble ve
Bâbü’l-garb’dır. Diğer kapılardan farklı olan kıble kapısında duvara paralel
şekilde dizilen sekiz sütun üzerine oturtulmuş bir saçak bulunmaktadır. Bu
kapıdan girince sağda kıble duvarı üzerine yerleştirilmiş bir mihrap ve kapının
karşısında orta dairenin kenarında mermer direkler üzerine oturtulmuş müezzin
mahfeli (dikke) yer almaktadır.
İç mekânın tavanında bir dizi sundurma ve
kirişe yer verilmiştir. Birbirine çok yakın olarak bir yelpaze gibi açılan bu
kiriş ve sundurmalar ara desteklerle kubbe kasnağına kadar devam eder. İnce
ahşapla kaplanan tavanda üçgen ve dörtgen şeklinde dekor alanları oluşturulmuş,
buralar serpme yıldızlarla ve dairevî girift arabesk madalyonlarla
süslenmiştir. Tezyinatta yer yer alçı, boya ve yaldız kullanılmıştır. Dışarıdan
binaya bakıldığında 2,60 m. yüksekliğindeki siperliğin görülmesini büyük oranda
engellediği çatı kurşunla kaplıdır. Çift cidarlı ahşap kubbe, düzgün açı ve
aralıklarla kasnağın üstüne yerleştirilen ahşap latalar üzerine oturtulmuştur.
Kubbe tabanında yer alan küçük bir kapı iki cidar arasına geçme imkânı verir.
1448’de buraya güvercin tutmak ve yumurta toplamak için giren çocuklar yangına
sebep olmuş, 2500 dinar harcanarak yapılan onarımda 36 ton kurşun levha
kullanılmıştır. Kubbe başlangıcının zeminden yüksekliği 20,40 m., tepe
noktasının yüksekliği 35,30 metredir; aleminin boyu ise 4,10 metredir. Geçmişte
üzeri kurşun ve altın kaplamalı veya sade bakır levhalarla örtülen kubbe
günümüzde nitrik asitle sarartılmış altın görünümlü alüminyum plakalarla
kaplıdır. Kubbenin iç tezyinatında alçı sıva, boya ve yaldız kullanılmıştır;
arabesk motifler merkezden aşağıya doğru halkalar halinde genişleyerek açılır.
Geç Antik sanatla erken Bizans ve İran
sanatlarının uyumlu bir şekilde uygulanması Kubbetü’s-sahre’yi dünyanın en
güzel yapılarından biri haline getirmiştir. Bina güzellik ve heybet açısından
çok üstün niteliklere sahiptir. Tezyinatta Bizans, İran ve Arap desenleri
harmanlanmış durumdadır. Kanûnî Sultan Süleyman’ın imarından sonra buna Türk
çinileriyle diğer süsleme unsurları da eklenmiştir. Bina merkezî planlı bir
yapı olması bakımından İlkçağ sonlarında ve Ortaçağ hıristiyan mimarisindeki
merkezî planlı yapılar geleneğinin İslâm mimarisinde daha ihtiyaca cevap
verecek şekilde uygulanışının bir örneği sayılmaktadır.
Kubbetü’s-sahre, Kudüs’ün Haçlılar tarafından
işgali sırasında Templum Domini adıyla kiliseye çevrildi ve çeşitli
değişiklikler gördü. Haçlılar sahre üzerine sunak inşa ettiler; binanın içine
ve sahrenin altındaki mağaraya ikonlar koydular; kubbedeki alemin yerine büyük
bir haç diktiler; binanın kuzey kısmına hıristiyan vâizler için hücreler ilâve
ettiler. Haçlılar sahreye karşı aşırı bir saygı gösterdiler; bazan ondan bir
parça alıp memleketlerine götürüyor, kiliselerinde rölik olarak saklıyorlardı;
bazan da din adamları ondan parça koparıp ağırlığınca altın karşılığında
satıyorlardı. Haçlı kralları bunun önüne geçmek için sahrenin üzerini mermer
kaplattılar. Daha sonra Kudüs’ü yeniden fetheden Selâhaddîn-i Eyyûbî, bu mermerleri ve sahrenin etrafındaki demir
ızgaralar dışında Haçlılar’dan kalan her şeyi kaldırdı.
Kubbetü’s-sahre, tarihi boyunca bölgeye hâkim
olan hemen her hükümdardan büyük ilgi ve saygı görmüş, özenle tamir
ettirilmiştir. Bilhassa Eyyûbî sultanları kendi elleriyle sahrenin tozunu alır,
mescidi süpürür ve gül suyu ile yıkarlardı. Bunlardan el-Melikü’l-Azîz Osman
sahrenin etrafına ahşap bir korkuluk yaptırdı. Memlükler’den I. Baybars 1270’te
yıkılan kısımları tamir ettirdi ve dış duvar mozaiklerini yeniledi. 1318’de
Muhammed b. Kalavun kubbenin içini altın yaldız ve mozaiklerle yeniden dekore
ettirip dışını da kurşunla kaplattı. Berkuk güney kapıdan girince göze çarpan
mahfeli yaptırdı; el-Melikü’z-Zâhir Çakmak yıldırım düşmesi sonucu yanan
kubbesini onarttı. Kayıtbay ise kapılarını üzerlerine kabartma motifler
işlenmiş bakır levhalarla kaplattı. Osmanlılar zamanında Kanûnî Sultan Süleyman
tarafından çok köklü biçimde tamir ettirilmiş ve harap olan dış mozaik kaplama
çinilerle değiştirilerek pencerelere alçı revzenler yerleştirilmiştir. İmar
faaliyeti III. Murad, I. Abdülhamid, II. Mahmud, Sultan Abdülmecid, Sultan
Abdülaziz ve II. Abdülhamid tarafından da devam ettirilmiş, özellikle II.
Abdülhamid büyük masraflarla zemine değerli İran halıları döşetmiş, ortaya
görkemli bir kristal avize astırmış ve eskiyen çinileri yeniletmiştir. 1948
Eylül ve Ekim aylarında atılan bombalardan kuzeybatı pencereleri zarar gören
Kubbetü’s-sahre, bugün de zaman zaman Filistinliler’le İsrail askerlerinin
çatışmaları sırasında tehlikeli durumlara düşmektedir.
İbnü’l-Cevzî, el-Mevżûʿât (nşr. Abdurrahman M. Osman),
[baskı yeri yok] 1403/1983 (Dârü’l-fikr), s. 113-114.
Ziyâeddin el-Makdisî, Feżâʾilü Beyti’l-Maḳdis (nşr. M.
Mutî‘ el-Hâfız), Dımaşk 1405/1985, s. 57.
İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 57; VIII, 283-284.
Kalkaşendî, Meʾâs̱irü’l-inâfe, I, 129.
Süyûtî, el-Leʾâli’l-maṣnûʿa fi’l-eḥâdîs̱i’l-mevżûʿa, Beyrut
1983, I, 13.
Ali el-Kārî, el-Esrârü’l-merfûʿa fi’l-aḫbâri’l-mevżûʿa (nşr.
Muhammed es-Sabbâğ), Beyrut 1391/1971, s. 457-458.
Abdülganî b. İsmâil en-Nablusî, el-Ḥażretü’l-ünsiyye fi’r-riḥleti’l-Ḳudsiyye (nşr.
Ekrem Hasan Ulebî), Beyrut 1990, s. 111-113, 115-125, 130, 134-136, 138-139.
Muhammed el-Hût, Esne’l-meṭâlib fî eḥâdîs̱i muḫtelifeti’l-merâtib (nşr.
Halîl el-Meyyis), Beyrut 1403/1983, I, 377.
The Babylonian Talmud, London 1935-78, Seder Mo‘ed, Yoma 54a-54b;
Seder Nezikin, Sanhedrin 26b.
A Brief Guide to The Dome of the Rock and al-Haram al-Sharif,
Jerusalem 1955, s. 4 vd.
K. A. C. Creswell, A Short Account of Early Muslim
Architecture, Middlesex 1958, s. 17 vd.
a.mlf., Early Muslim Architecture, Oxford 1969.
Ali Saim Ülgen, “Kudüs’te Harem-i Şerif Dahilindeki
Kubbetü’s-Sahra (es-Sahratü’l-Müşerrefe - Cami-i Ömer)in XVI. Yüzyılda Yapılmış
Olan Çinileri”, Türk San‘atı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, İstanbul
1963, I, 658, 662.
Oktay Aslanapa, “Kubbet el-Sahra’da Osmanlı Devri
Tamirleri”, Ünsal Yücel Anısına Sempozyum Bildirileri: Sanat Tarihinde
Doğudan Batıya, İstanbul 1989, s. 15-18.
Myriam Rosen-Ayalon, “Art and Architecture in Jerusalem”, The
History of Jerusalem the Early Muslim Period: 638-1099 (ed. J. Prawer – H.
Ben Shammai), New York 1996, s. 388-392.
R. Shani, “The Iconography of the Dom of the Rock”, Jerusalem
Studies in Arabic and Islam, Jerusalem 1999, s. 158 vd.
Islam: Art and Architecture (ed. M. Hattstein – P. Delius),
Könemann 2000, s. 42-43, 64-66.